“Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman / Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz / Alıp da başını gitmek istersin / Karanlık sokaklar kör, sağır, dilsiz…”
İbrahim KARACA’nın Uğurlama eserinin ilk dizeleri. Şimdilerde derken; yalnız kalmışlığı düşlediğim bir dünya, uykuya dalanlarımızın öldürdüğü masumlarla, hep bir kaçış için tutunduğumuz boş şeyler ve sevgisizlikten kararmış sokaklar, kör kalmış insanlık, sağır kalpler, dilsiz şeytanlar. Hepsi bir sokakta geçer, annelerle, sokağın içinde geçer halimiz. Hep bir sokağın içindeyizdir. Arka sokakların içinde. KARACA’nın aklından damıttığı bu eseri ne vakit dinlesem, gözlerim buğulanır, aklım bulanır…
Yazmak için yazılmaz bilirim, yazası gelmemiş olan yazamaz, söyleyeceği olmayan söz, feryadı olmayan isyan, aklı olmayan düş göremez bu yüzden.
Peki, ama Şimdilerde?
Şimdilerde durum biraz daha farklı. Sözün hakkını vermeyenlerin söz aldığı bir dünya, aklın haysiyetini bozan düşlerin idealize edildiği bir ülke, isyan ise hep varlık mesafesince. Varlık sebebi ile isyan mı olurmuş? İsyan yokluğun heyecanıdır. Yok’u olanın narasıdır. Var karşısındaki muhalif söylemdir. Var olsun diye değil. Varı yok etsin diye de değil, Yok’un hakkını versin diyedir. Şimdilerde neyimiz yok diye düşünesiyim. Var’ı olanlardan farkımız ne diyesiyim. Bir şeylerimizin yok olduğu aşikâr. Peki, ama ne?
Hakikat.
Şimdilerde en çok hakikatimiz yok. Kendiliğimiz, gerçekliğimiz, meselemiz, derdimiz. Kendimize öylesine mesafeliyiz ki, meselemizin ne olduğunu bilmiyoruz. Gerçeği de kendimiz sanıyoruz ve ona da mesafeliyiz. Derdimizde bu sebeple dert gibi değil, izahımız yok.
Düşlerimiz bile bizim değil. Kendimize ait bir düşüncemiz var mı? Yok, ise nasıl olabilir kendi düşümüz? Düşkünlüklerimiz bile bize ait değil. Meselemiz yok bu yüzden. Mesele sahibi değiliz. Meselesi olmayanın ıstırabı
da kendi derdi değildir. Ama bizler şimdilerde başkalarının derdi ile mesele sahibi olanlar, başkalarının gerçek dediği ile düş kuranlar, kendiliğimizden öte başkasının kendiliğini bayraklaştıranlar, ululayanlar. Meselesi,
meseleleri olanlarız.
Biz kimiz?
Hemen cevaplanacak gibi, “Biz” diyebileceğimiz belki birçok isim gelebilir aklımıza. Biraz daha düşünün, biz diyerek kendimizden gördüklerimiz ile ne kadar aynıyız? Fark edeceğiniz gibi “biz” diye bir şey yok. Olan tek bir şey var “illa”cılığımız. Zoraki kendimizden saydıklarımız. Sevdiklerimiz.
Şu halde “biz” diye bir şey yok ise “ben” dediğim de kim?
Bu suali sormayalım diye “kimler” “kimler” mesele edindi. Mesele tam da bu… Kendimizi kendimize unutturmak. Kendiliğimizi yok etmek sureti ile kendimizden koparılarak yutulmak. Bunun için en çok kullanılan ise “din” oldu.
Tahrifçilik insanların hep ıstırabı olmasına rağmen, insanlar tahrifçilere karşı genelde kayıtsız kaldı. Tahrifçiliği yapanlara karşı hakikati söyleyenlere ise acımasızca saldırmayı erdem saydı. Çünkü insan
Hakikati hak etmek yerine onu başkalarının ellerine bırakmayı daha basit gördü. Hakikat’in nazlı olduğunu, erişmek için sevgiden öte aşk duyulmasını, emek verilmeden erişilemeyecek olduğunu ve mutlak suretle sorumluluk sahibi olunmasının zaruri olduğunu biliyordu.
Ne büyük bir yanılgıydı oysa. Mahremin, hassasın ve dahi namusun başka ellere emanet edilmesi. Ve hoyratça… Yetmemiş gibi ırzına geçilen hakikati, popüler video klip gibi izlenmek… Yanılgı değil bilakis gaflet, kahredici, azap getirici, lanet olası bir gaflet.
“Ey sevda kuşanıp yollara düşen / Bilesin bu yollar dağlar dolanır / Yare ulaşmadan düşersen eğer / Yarına sesinin yankısı kalır”
Kuşanmak;
sevdayı kuşanmak… Hüznü yüklenmek, gafletten uyanıp aşk’a uyumak. Bilmek gerek, yola düşmeden olmayacağını, dağları dolanmadan yolda olmadığımızı. Karalanmadan, taşlanmadan, yorulmadan…
Devrimi olmayan bir [din / yaşam biçimi] de neyin nesidir?
İsyanı olmayan hakikat olur mu?
Aşk!
Ve Aşk! kusuru olmayan aşk var mıdır?
Aşk’ı olmayanın sevdasına, aşk’ı olmayanın irfanına, aşk’ı olmayanın devrimine, aşk’ı olmayanın dinine, ilahına, hakikatine ve dahi isyanına itibar da neyin nesi?
Şimdilerde aşk’ımıza şirk ettik. Evet, ortaklar kıldık. Böyle yapmamızı istedi “efendiler”… Sevdiği adamı ölçüp biçti kadın ve erkek mangalı yakmak için tutuşturduğu gazete kağıdındaki kadın ile kıyas etti. Efendiler böyle istedi. [Dini / yaşam biçimini] de kıyasla bildik.
Hep gaflet içinde…
Biz, efendileri hep dinledik. “Sor/u/gulamakta neyin nesi, çok sakıncalı…” Allah muhafaza “şirk”e saplanır kalırsın! dediler. Sorgulamadık. Şirk’e gittik ve çok sevdik. Öfkelerimiz ortak koşulmuş, nefretlerimiz, sevgilerimiz, aşklarımız, annelerimiz, hakikatimiz, isyanımız, heyecanımız, etkilerimiz, tepkilerimiz, hislerimiz… bize hak olanı pervasızca “şirk” ederken, asıl “infak” etmemiz gereken, asıl “eylem”emiz gereken “malımızı”,“mülkümüzü”,“lokmamızı”, tutanımızı değil “tuttuğumuzu” bölüşmedik…
etmedik, edemedik.
Efendi… Efendi… Efendi… olmayanımız var mı? Efendi…
Olamadık…
Bir biz vardı, bir de benimiz… Önce bizi kaybettik ve sonra benimizi…
Şimdi;
Gecenin ucunda gün aralanır / Yar sevdası ile yürek bilenir / Sızılı bir ırmak uğurlar seni / Su olup akarsın kır çiçeklenir
İsmail YURDSEVEN
“insanımı kaybettim”
[email protected]
@insankitapokur